Bisikletle Almanya Danimarka İsveç Turu ( Vol3)
“Hoşbulduk.” İsveç.
Aylarca haritaları inceleyip, aynı rotayı yapan turcuların anılarını okuyup, dağına taşına baka baka bıkmadığımız İsveç’e sonunda kavuşuyoruz. Göteborg limanında sabahlayıp, güneşle birlikte döndürüyoruz tekerlerimizi. İsveç klasiği daha ilk günden gerçekleşiyor. Bir güneş bir yağmur, gün boyu defalarca hem de. Limandan şehir merkezine kadar bisiklet yolu ve işaretlemeleri süper. Bu kıvamda giderse tadından yenmez.
Göteborg Limanı’da gün doğuyor
Konteyner ve vinç deryası
İzlediğimiz rota
Yolun sonunu merek eden Tibet
Bisklet yolunda keyifle ilerlerken, römorktan kıkırdamalar duyuluyor. Bizim oğlan, soğuk İsveç havasında soyunmuş. Giyinmesi için ikna çabaları olumlu sonuç veriyor ve yola devam ediyoruz.
Yolda ne zaman soyunacağı belli olmayan gezgin.
Göteborg, “Sular seller gibi gelin, akıp gidin.” diyerek çılgın bir yağmurla karşılıyor bizi. Tam şehrin göbeğinde bir çatı altına sığınıp, sabah saat 8 koşturmacasındaki sarışın İsveçliler’i izliyoruz. Yapılacak, yetişecek ne çok işleri vardır kim bilir?
Göteborg ve yağmur
İsveç pahalı bir ülke ve buradaki konaklamanın tamamını kamp kurarak halletmeyi düşünüyoruz. O yüzden çadır daha da bir kıymetleniyor gözümüzde. Yağmur yeniden bastırır diye sarıp sarmalıyoruz çadırı çöp poşetiyle. Çadır ve Tibet dönüşümlü kullanıyorlar römorku. Yağış başlayınca Tibet römorka, çadır weehooya.
Para çekmek için bankamatik arama maceramızda, bisikletli bir aile ile tanışıyoruz. Bir haftalık tatillerini pedal çevirmek için kullanmaya karar vermişler ve 9-10 aylık bebeleriyle düşmüşler yola. Bisikletle arka sokaktaki markete bile gitmemiş insanlar, tatiliniz çok da o yüzden gidebiliyorsunuz turlara, der dururlar. Sanki kendi bir haftalık tatilinde olağanüstü işlere imza atıyormuş gibi. Bizim tatilimiz bir hafta olsaydı, o bir haftada da tur yapacaktık. Şükürler olsun, daha çok para, statü yerine öğretmenliği seçtik ve 2 ay tatilimizin tamamını, her hafta sonumuzu ve mümkün olan her akşam üstümüzü doğa ile, bisiklet ile, oğlumuzla kaliteli zaman geçirmek için kullanıyoruz.
Geçtiğimiz yıllarda sürdüğümüz Tuna Nehri rotasında bir çok aileyle karşılaşmıştık böyle. Her yıl bir hafta ya da on günlük tatillerini bu rotada geçirip, kısım kısım tamamlamaya çalışıyorlardı Tuna kıyısını. Roterdam çıkışında karşılaştığımız bu aile ile aynı kampta geceliyoruz. Kampa giriş için gerekli olan kartımız olmadığından girişler de epeyce dil dökmemiz gerekiyor campinglerde.
İsveç’in dağı taşı orman. Kaya üstlerindeki, beş, on santimlik yosun tabakasının üzerinden bile ağaç fışkırmış resmen. Sibirya ile aynı enlemde olan bu ülke ılıman ve yağışlı bir iklime sahip olduğu için şanslıyız.
Bol yağış alan bu ülke de atlar bile yağmurluk giyiyorlar.
Islanmaktan ziyade çamaşırların kurumamasından korkuyorum. Kampta banyo yaparken sıcak su hakkımın bir kısmını kullanarak yıkadığım çamaşırlar, römorkun arkasında savrulup duruyor gün boyu.
Yolculuk hali.
Yolda mola için durduğumuz bahçenin sahibi odun satıcısıymış ve bunu anlamak zor olmuyor bizim için. Yığılı duran kesilmiş odunlardan satıyor gelenlere.
Odun satıcısı bir köylünün evinin önü.
İsveç’te kamplar popüler rotalar üzerinde kurulmuş genellikle. 15 farklı bisiklet rotası var bu ülkenin. En turistik olanı ise; Gota Kanal rotası. Bisiklet yolu işaretlemeleri, genel, özel ve lokal olarak işaretlenmiş ,ancak bu levhaları dağ yollarında görmek pek mümkün değil. Eurovelo 7 ve 10 rotası da İsveç’te kullandığımız bisiklet rotaları arasında.
Gota Kanal Rotası buraya bakabilirsiniz.
Hava karamaya yüz tutarken, hızımızın arttığı bir inişte duyduğumuz ”Bas gaza.” sözü ile asılıyoruz frenlere ve geri dönüyoruz. Doğru mu duyduk diye düşünüyoruz evet birileri Türkçe seslendi bize eminiz. Köye yerleşmiş bir Türk aile. Her turda gururla dalgalandırdığımız bayrağımızı görünce çıkmış bu söz ağızlarından. “Gaz yok bizde kas gücüyle gidiyoruz.” deyip dayanıyoruz kapılarına. Çadır kuruyoruz bahçelerine, yakışıklı oğullarının yardımıyla. Tibet Çınar çok mutlu, bir abi buldu ne de olsa kendine. Sabah, sislerin ardında otlayan ineklerin çan sesleriyle uyanıyoruz. Gün sabahtan sihirli başlıyor devamının hayali bile güzel geliyor bize.
Sabah sisi.
Evin harika annesi Sevinç’in güzel bahçesinden topladığımız, domates, fasulye, soğan ve patatesleri de doldurup heybemize düşüyoruz yine yola.
Yıkılmış bir ağacın, dev kökünü görünce mola zamanı deyip kervanı durduruyoruz. Ağaç eğitimi yani; fırsat eğitimi başlıyor. “Kırmızı mantar olalım.” diyen kuzuyla kasktan mantarlar da oluyoruz. Toprağı, ağaçları, yaprak altlarını, yosunları ve daha bir çok şeyi inceliyoruz birlikte.
Kırmızı mantarlar.
Büyük bir baraj ve üzerine kurulmuş köprüyü aşıp Trolhattan’a ve oradan İsveç’in en büyük göllerinden biri olan Vanern’e ulaşıyoruz. Küçücük köylerden geçerken gölgelerimizle konuşup, hedefimizi düşünüyoruz. “Kuzey Kutup Dairesi’ne pedal basmak.” fikri bile güzel değil mi?
Patikalarda yürüyüş yapan yaşlı, genç İsveçliler’le selamlaşarak ilerliyoruz gün boyu. Ülkenin %85 i şehirlerde yaşıyor. Bu yüzden kırsaldaki insan sayısı çok az ve genellikle orta yaşın üstünde. Özel olarak ayrılmış bisiklet yolları olmadığında, köyleri birbirine bağlayan, trafiği az olan rotaları ve orman yollarını seçiyoruz.
İsveç’in yağmuru bitmez.
Akşamı geçirmek için seçtiğimiz köyde, evin birine doğru yaklaşıp kapısını çalıyoruz. Genç bir baba açıyor kapıyı. Küçük çocuğu uyuduğu için dışarı gelemeyeceğini ve istediğimiz yere çadır kurabileceğimizi söylüyor. Ben, Sevinç’in bahçesinden aldığım sebzelerle yemek pişirirken, Soner çadırı kuruyor, Tibet’te bahçedeki oyuncaklarla oynuyor ve bir yandan da evdeki çocuğuda çağırmamı isteyip duruyor. Bu evin annesini hiç görmüyoruz. Açık pencerelerden yansıyan mumların ve çalınan hafif müziğin eşliğinde yarı romantik bir akşam yemeği yiyoruz çadırımızın içinde. Hayat sen ne güzelsin.
Ülkenin toprakları kerestecilik yapan ailelere kiralanmış. Kesilen ağaçların yerine yenileri eklendiği için azalmıyor ormanlar. Toprak bir yoldan ilerlerken karşımıza dev kesme makinaları çıkıyor. Biraz gürültülü olsa da, Tibet için unutulmaz deneyimler bunlar. Koca odun öbekleri ve dev talaş yığınları, en uzun mola mekanlarımız oluyor.
Keresteciliğin krallığı
Bir tren istasyonunda bizi bekleyen demirden bisikletle yola devam etmeye karar veriyoruz.
İsveç’teki evlerin tamamı falu kırmızısına boyanıyor. Yemyeşil ağaçların arasından gelincik gibi parlıyorlar. İsveç için yeşil demek az gelir elbette.
Falu kırmızısı evler
Ana yollara çıkmayalım diye, dolanıp durduğumuz, olmadık tepeleri aştığımız bir günün sonunda, epeyce yoruluyoruz. Yeter artık dediğimiz anda önümüzde beliriveren pansiyona dalıyoruz. Tepenin üzerindeki eski bir çiftlik olan bu pansiyonun girişinde onlarca cam şişe ve sürahi dizili. Tertemiz, tavukların otladığı, rengarenk çiçekler ve saksılarla düzenlenmiş bahçenin içinde bulunan iki katlı evlerini kiralayan çift, yüksekçe bir ücret istiyor bizden. Üşümüş ve yorgun düşmüş bu bisikletli gezginler için çok iyi bir seçenekti oysa ki burası. “Ne olur du azıcık ucuz oluverseydi. Ne de olsa kuş uçmaz, kervan geçmez bir köy yolu değil miydi?” diye içlenirken, bayan koşup geliyor. 10 euro indirmişler fiyatı. Bu da zor sorulardaki çeldirici cevap oluyor, bizim için. Doğru ve uygun fiyat değil ama yerleşiyoruz. Kapı tokmağından, lambasına, sobasına kadar yüzyıllık ev. Burada kısaca yazmayayım şimdi ayıp etmiş olurum eve. Yazarım yakında.
Sabah, evin köpeği ve sahibiyle vedalaşıp ayrılıyoruz buradan. Kilometre başına 20 kişinin düştüğü bu sakin ülkede, trafiğin yoğun olduğu yollarda pedallamak zorunda kalıyoruz bazen. Yol kenarında römorkumuzun sığacağı bir genişlik yok. Otomobil sayısı az fakat, kesilmiş ağaçları taşıyan, arka arkaya bir kaç kasanın birleştirilmesiyle koca bir tırtıla benzeyen tırlar, bizim için büyük tehlike. Bir patikaya denk geldiğimizde hemen orman yollarına dalıyoruz. Bu yolları gps den kontrol ederek kullanmamıza rağmen, pek çoğu tahmin ettiğimizden bambaşka yerlere çıkarıyor bizi.
Vedalaşma zamanı.
İsveç’te irili ufaklı 96000 göl var. Yüzlercesini görüyoruz bu turda. Her birine olmasa da pek çoğuna giriyoruz. Molalar tahmin ettiğinizden de uzun oluyor anlayacağınız.” Hep mi pedal çeviriyorsunuz?” diyenler var hala bize.
İsveç göllerinden birinde yüzme molası
Biz, Stocholm’de yemek yenecek en güzel mekanları yazamayız elbet ama, gölünü, dağını, taşını, çiçeğini, böceğini, patikasını yazarız be gülüm. Yazarız da, unutmayız da, işler çünkü ruhumuza. Raconu da keseriz böyle gerektiği yerde.
Birkaç evin olduğu köylere giden ıssız yollar
Römorkta uyku hali.
Küçük bir derenin kıyısında kurulmuş ve odunları başka bir yere nakletmeye yarayan su değirmeninin nasıl çalıştığını izliyor kuzu Tibet. Bir yanındaki marangozhane de işler durumda. Kanolarıyla gelen aileler, değirmenin önündeki geniş düzlükten bırakıyorlar kendini derenin sularına.
Eski bir su değirmeni
Ahşap evlerin dizildiği orman yollarından ilerleyerek tamamladığımız günümüzün sonunda, iki tatlı kızın ve ailesinin yaşadığı bir çiftlikte çadır kuruyoruz. Tibet’in değmeyin keyfine. Oradan uzaklaşmamak pahasına yapmayacağı şey yok. Tuvalet sorununu bile hızlıca hallediyor oracıkta. Orman da vahşiliğe iyice alıştı bizimki.
Stocholm’e yaklaştığımız için kasaba girişlerinde, şehre ait ilanlarda gözümüze çarpıyor artık.
18.yy da Amerika’ya göç eden Avrupalılar’ın içinde İtalyanlar kadar çok olmasa da İsveçliler de vardı. Oradan dönenlerin oluşturduğu bir alışkanlık mıdır bilinmez, bu İsveçliler’in antika arabalarına karşı bir düşkünlükleri var. Hem Volvo marka, hem de Amerikan modellerinden pek çok antika araç gördük İsveç’te.
Antika arabalar yollarda.
Geçtiğimiz bir köyün kilisesinin yakınındaki yaşam müzesine giriyoruz. Eski ev eşyaları, tarım aletleri, köy yaşamına dair her türlü alet edevat var bu iki katlı ahşap müzenin içinde.
Müzenin hemen yanında açık olan kafede karnımızı doyurup yolumuza devam ediyoruz. Bir evin duvarında asılı geyik boynuzlarını gören yavruma, geyiklerin boynuzlarını bırakıp nereye gittiklerini anlatmak zor oluyor. Birlikte geyik oluyoruz ve koşuyoruz ağaçların arasında.
Issız patikalarda bir başına pedal çevirmek, varacağın, güneşi uğurlayacağın yerle ilgili hiç bir fikre sahip olmamak, ne büyük lükstür bilir misiniz? Öylece oturup, ağaçların dansını izlemek nasıl değerlidir bilir misiniz?
450000km2 alan içinde 9.3 milyonluk bir nüfusa sahip İsveç. Gencinin, yaşlısının her türlü ihtiyacına cevap veriyor devlet. Özellikle gençlik kampları çok yaygın. Geçtiğimiz kasabaların panolarında, orada burada pek çok yazı görüyoruz. Ne yazdığını bilemesek de fotoğrafları her şeyi anlatıyor. Kyrksjon Gölü kıyısına kurulmuş spor merkezinin bahçesine çadır kurduğumuz bir günde, oraya gelen grupları gözlemliyoruz. İlkokul çağında 15 kişilik bir grup geliyor önce. Üçer kişilik gruplar halinde çadırlarını kuruyorlar ve ardından gölde yüzüyorlar. Akşam ateş yakıp mangal faslından sonra müzikle birlikte dans ediyorlar. Başka bir grup daha geliyor ,biz oradayken. Lise çağlarındalar. Kanolarıyla gölden kürek çekerek gelen bu tayfa, kanoları kıyıya çıkardıktan sonra çadır kuruyorlar. Kim bilir nereden yola çıktılar? Sabah biz ayrılırken onlar çoktan gitmişti bile.
Gölde yüzen oğlumuzu ve karşı kıyıdaki atları izlerken ülkemiz ve burası ile ilgili kıyaslamalar dönüyor duruyor zihnimizde.
Kamptan ayrıldıktan sonra kasaba merkezinde alışveriş yaparken balon veriyorlar bizim oğlana. Weehoo’sunda uçuruyor kahkahalarıyla balonlarını. Huzur ve mutluluk yanı başımızda.
Yol kenarlarında sürekli büyük küçük ve çeşitli renklerde çöp kutuları görüyoruz. Her farklı renk çöp kutusunun içinde farklı bir tür atık var. Bunlar farklı araçlarla farklı günlerde toplanıyor. Dağ başında bile çöpler ayrılmış ve yola öyle dizilmiş durumda. Geri dönüşümün zirvesini yaşayan bir ülke için bu iş ne kadar da basit algılanıyor. Biz de ise, herkes çöplerini ayıracak dense hop oturup hop kalkarız. İsveç’in başka ülkelerden çöp alacağı haberine buradan ulaşabilirsiniz. Epeyce popüler olmuştu zamanında.
Hava sıcak olunca , gölgede seriliyoruz biraz. Hem kuzu da serin serin uyuyor. Soner de bel fıtığının acısını biraz dindirmeye çalışıyor. Evet Soner’in bel fıtığı var ve ayrıca biz ikimiz de astım hastasıyız. Çok yakında özellikle yanlış anlaşılan bu ve benzer konular hakkında uzun uzun yazacağız ama şimdilik özeti şudur; her şey yolunda ve bizim tarafta her şey çok güzel olduğu için bisikletle yolda değiliz, her şeyden çok istediğimiz için yoldayız.
Heybemizdeki meyve kurularından da atıştırıp yola devam ediyoruz.
Küçük bir köyün dışındaki futbol sahasına kuruyoruz çadırımızı. Sabah uyanınca , yanımıza bir bayan yaklaşıyor. Yandaki çiftliğin sahibi olduğunu ve bizi kahveye davet ettiğini söylüyor. Hay hay diyoruz. Sıcak kahve ve buralara dair hikayeler kaçar mı? Arazilerin eskiden ekinlerle dolu olduğunu ancak çiftçilik dışında mesleklerin tercih edilmesiyle birlikte koca arazilerin bomboş bırakıldığını anlatıyor. Kendileri de sadece yıllık makarna ihtiyaçlarına yetecek kadar buğday ekiyorlarmış artık.
“Stocholm’e hoş geldiniz.” yazısını otoban kenarında değil de orman yollarından birinde görüyoruz. Bisiklet gezgini, olmadık yerde olmadık tabelalarla karşılaşan kişidir.
Şehre yakın olduğu için dağ yollarında gördüğümüz ev sayıları da artıyor. Toprak yoldan uzunca bir süre ilerliyoruz. Yol boyu en büyük eğlencelerimizden biri posta kutularının şeklinden ve bahçe süslerinden yola çıkarak o evde oturanlar hakkında fikir yürütmek oluyor. Sessiz ve boş olan bu evlerin sahipleri metropolde çalışıp, hafta sonları buraya kaçanlar grubundan galiba.
Göteborg’a indiğimiz ve güneşi karşıladığımız o sihirli andan beri bu yolculuk bize çok şey öğretti. İsveç kültürünün bisikletli misafirleriydik. Yolcuyduk onların hayatlarında. Evlerin bahçelerinde kaldığımız için çok hikaye biriktirdik. Ne yer, ne içerler gönüllerini kime açarlar öğrendik. Öğrenmeye de devam ediyoruz.
Sehir bizi her zaman ürkütür. Kaos, karmaşa, trafik yorar. Stockholm öncesi verdiğimiz bir molada masamıza konan yusufçuk da öyle diyor bize.
Stockholm yakınlarında bisiklet yolu tekrar başlıyor. Ülke nufusunun %21 i Stockholm’de yaşadığı için gayet kalabalık bir şehir. Yazın gelen turistler de eklenince şehir içinde bizim kervanı ilerletmekte güçlük yaşıyoruz. Düzenli kuzey ülkelerinde bile bir şehre bir ucundan girip diğer ucundan çıkmak problem oluyor. Şehir merkezi bize göre değil. Limanda gezinen Viking gemilerini seyredip Stockholm’un en güzel yerlerinden biri olan Kungsträdgarden’e doğru dönüyor tekerlerimiz. Sonra da kamp kurmak için dış mahallelere doğru ilerliyoruz.
Not: Bu yazı 2013 yılında Tibet Çınar 4 yaşındayken yaptığımız, Almanya Hamburg’tan başlayan, Danimarka ve İsveç’i de içine alan bisiklet turumuzun üçüncü bölümüdür. Birinci bölümü buradan ve ikinci bölümü de buradan okuyabilirsiniz.
Efsane!
Ne desem bilemedim ama yazınızı okurken (Almanya-İsveç 3 bölümlük maceranın tümü) neler geçti aklımdan neler. Kabul ediyorum, kıskançlık geçti kafamdan. Biz de 3 kişilik bir aileyiz ve şehirde yaşmayı sevmiyoruz. Ülkemizde olan son olaylardan sonra Almanya, Danimarka taraflarına yerleşme kararı aldık. Daha öncesinde de sizi takip ediyordum ancak bu bölgeye gittiğiniz yazınızı okumamıştım. Şu an iş yerimde gece mesaisinde sizinle birlikte oralara gittim ya, kıskanmayayım da ne yapayım. 🙂
Müthişsiniz, tek kelimeyle MÜTHİŞ!
Yolunuz açık olsun dostlar, belki bir gün sizinle yollarda karşılaşır ve bir kahve sohbetimiz olur. Kalın sağlıcakla..
Güzel sözleriniz için çok teşekkürler. En doğru kelime imrenmek olabilir belki. Ne dersiniz? 🙂 Kıskanan varsa da böyle güzel yorumlar yazmıyordur sanırım. 🙂
Umarım yazdığınız gibi bir gün karşılıklı konuşma fırsatımız olur.
Sevgiler, selamlar…